Pinperest

18 Ekim 2016 Salı

Suriye'de En Büyük Hatamız ABD'ye Fazla Güvenmek

Suriye ve Irak gündemimiz çok hızlı ilerliyor. Bir yandan Fırat Kalkanı Operasyonu, diğer yandan Başika kampı restleşmesi ve başlayan Musul Operasyonu dikkatimizi tekrar Suriye ve Irak’a vermemize sebep oldu. Bende konunun uzmanlarının görüşüne başvurmak istedim. İlk röportajımızı Sakarya Üniversitesi Ortadoğu Enstitüsünde çalışmalar yapan Ömer Behram Özdemir ile yapacağım. Ömer Behram Özdemir, 2009 yılında Çanakkale 18 Mart Üniversitesi’ni bitirdi. “Avrupa’da Milliyetçi Ayrılıkçı Hareketler, IRA ve ETA örneği başlıklı teziyle Yüksek Lisansını tamamladı. Şu an Suriye ve silahlı hareketler üzerine çalışıyor.

1-Suriye Savaşının geldiği noktayı nasıl değerlendiriyorsunuz? Bundan sonrası için öngörüleriniz nelerdir?


Savaş o kadar uzun süredir yoğun ve yıkıcı bir şekilde devam ediyor ki ülkeden 5 milyon kişi başka ülkelere gitmek zorunda kaldı. Bu savaştan önce 20milyonun biraz üstünde nüfusa sahip olan Suriye için toplumsal yapısının felç olması demek. Ki ülke içerisinde yerinden yurdundan olanların sayısına bakıldığında her 2 Suriyeliden 1inin 2011 Ocak’ta yaşadıkları yerlerde yaşamadıklarını görüyoruz. Bu veriler Suriye’nin nasıl bir yıkım ve halkının nasıl bir travma yaşadığını bize göstermekte. Savaşa gelince tüm bu yıkımın ardından bile hem rejim ve destekçileri hem de Suriye muhalefeti savaşa devam etmekte. Bunda iki tarafın ötekini doğrudan varlığına tehdit olarak görmesi elbette etken ama asıl belirleyici durum dış aktörlerin tutumu. Muhalefetin destekçisi olan Türkiye, Katar ve Suud’a karşı olarak rejimin savunucusu İran’ı koyarak buradaki ihaleyi bölgesel aktörlere yığabiliriz ama bu cidden kolaya kaçmak olur. Şunu görmekteyiz ki hem Rusya hem ABD savaşın devamını ve oluşturacağı otorite boşluğunun ve “dış müdahaleye muhtaçlık” durumunun devamını arzu etmekte. Elbette Rusya ve Esad’ın muhalifler ve Esad söz konusu olduğunda farklı yaklaşımları var. Bu biraz da ikisinin Suriye üzerinden de rekabet ettiğini göstermekte. Yine de detaylardaki farka rağmen temelde iki büyük aktörün de savaşın bitmemesini istediğini düşünüyorum. Halep düşer mi? Düşerse ne zaman düşer ve ne etkisi olur? Bunlar sahada ivmenin bir tarafa dönmesi hususunda önemli olsalar da savaşın nihayete ermesi hususunda tek başına etkili değil. O yüzden ABD ve Rusya başta olmak üzere dış aktörler barışta ciddi olurlarsa –elbette bu barış rejimin her istediğinin olduğu değil muhalefetin onurunun da hesaba katıldığı bir barış olmalı- o zaman savaşın nihayetinden bahsedebiliriz.


2-Türkiye’nin Suriye politikası ve Fırat Kalkanı operasyonu hakkında ne düşünüyorsunuz?


Türkiye'nin Suriye Politikasını en az eleştireceğim nokta Türkiye'nin aldığı tavrın ahlakiliğidir. Suriye devriminin ve mazlum halkın yanında olarak Türkiye ahlaki testi büyük oranda geçmiştir. Lakin pratikte çokça hatalar yapıldı. Detaylara boğulmadan kısaca a) ABD başta olmak üzere Batılı "müttefiklere" rasyonalitenin ötesinde güven  b) Türkiye'nin mevcut kapasitesine göre planlama ve hedef koyma eksikliği c) Yetersiz kadrolar (Buradaki eleştiri sadece bürokrasiye değil medyadan akademiye kadar geniş bir yelpazeye. Bir özeleştiri diyelim). Fırat Kalkanı Harekâtına gelecek olursak Türkiye'nin bölgeye müdahalede oldukça geç kaldığını düşünüyorum. Buna yukarıda saydığım temel yanlışlara ek olarak 15 Temmuz ve takip eden süreçte gördüğümüz üzere Suriye sınır bölgesi ve Suriye'deki TSK harekâtlarından sorumlu komutanların FETÖcü oluşları gibi somut engelleri de ekleyelim. Yine de şu güne kadar Fırat Kalkanı harekâtına bakıldığında en ciddi eleştiriyi böyle bir harekâtın PR kısmının yetersizliğine yapmaktayım. TSK minimum askeri varlık ve kısıtlı ÖSO savaşçısı ile olabilecek en hızlı şekilde ilerlemekte. Eleştiriler yapılırken bölgenin yapısı, ÖSO unsurlarının bölgedeki gücü ve TSK'nın kara ve hava ateş gücünün etkinliğine bakılarak yapılırsa TSK-ÖSO ortaklığının yavaş ama güvenli bir şekilde ilerlediğini görürüz. Lakin el-Bab'a doğru inildikçe Türkiye ister istemez sahadaki askeri unsurlarının sayısını arttıracak. Hele de YPG ve Esad'dan evvel Bab'a ulaşılır ve kuşatma başlarsa şehir savaşında TSK'ya çok daha fazla görev düşecek. Bab sonrasında ise yeni dengeler söz konusu olacaktır zira Bab'ın ÖSO eline geçmesi en nihayetinde TSK destekli ÖSO ile Esad'ın sınırdaş olması anlamına gelecek. Böylesi bir durumda Türkiye'nin ilk etapta çatışmaktan kaçınacağını düşünüyorum. Yine de doğal süreç er ya da geç ÖSO ile Esad güçlerinin çatışmasıyla nihayete erer. Tabi tüm bunlar ÖSO'nun Bab'ı alması ihtimaline bağlı.


Başika Askeri kampı restleşmesi ve Irak politikamız hakkında ne düşünüyorsunuz?

Irak ve Suriye tam manasıyla parçalanma evresine geçerken Türkiye güneyden kuşatılma endişesi ile hamleler yapmakta. Fırat Kalkanı bu hamlelerin ilki. Başika ise Irak'ta İran'ın artan etkisine karşı Türkiye'nin ön alma çabası biraz da. Elbette Türkiye'nin kapasitesi hele de Başika mevzusunda kısıtlı. Yani Türkiye Şii milislerin Musul'a harekâtını engellemek hususunda yetersiz kalabilir. Musul'dan gelecek büyük bir mülteci dalgasıyla burada karşı karşıya gelebiliriz. Ama Türkiye Başika'yı kısa vadeli değil uzun vadeli bir hamle bir istasyon olarak görmekte. Burada Barzani ile yapılan ittifakta da İran etkisini görmekteyiz. IŞİD sonrası Irak'ta Sünni-Şii savaşının haricinde Şii-Kürt savaşı da olası senaryolardan. Barzani hem Haşdi Şabi'yi hem de Şengal'deki PKK'yı doğrudan tehdit olarak görmekte. Keza Kürdistan bölgesi siyasetinde İran destekli siyasi hareketlerin Barzani'ye karşı blokta güçlü olarak yer almaları Barzani'nin İran'a karşı da endişeleri hakkında bize fikir verebilir (KDP ile İran'ın husumetinin daha derin bir mazisi olduğunu da ekleyelim). Türkiye burada hem ortak tehditler paydasında Barzani ile bir ittifak oluşturmaya çalışmakta hem de şimdiye kadar yapmakta çok geciktiği şekilde Sünniler için de güvenebilecekleri bir aktör olmak arzusunda. Türkiye'nin Musul harekâtında radikal bir karar almadıkça etkisinin kısıtlı olmasını bekliyorum. Bununla birlikte Şii milislerin de Türkiye'ye doğrudan saldırma gibi Türkiye'ye koz verecek hamlelerden sakınacaklarını düşünüyorum. Elbette bu coğrafyada her hareket mantık çerçevesinde yapılmıyor onu da hep hatırlamak lazım.


İran’ın son yıllarda gösterdiği uluslararası arenada gösterdiği performans hakkındaki düşünceleriniz nedir?


İran objektif gözle bakıldığında kimi yerde sevk ve idare şeklinde doğrudan kimi yerde de maddi yardım ve fikri-siyasi destekle dolaylı olarak çokça cephede hareket halinde. Irak ve Suriye'de doğrudan savaşmakta. Lübnan'ın en güçlü yapısı Hizbullah İran'ın doğu Akdeniz jandarması. Yemen'deki yardım durumu Irak ve Suriye'den farklı olmakla birlikte bölgesel rakipleri Suudi Arabistan'ın sahadaki başarısızlığı da İran hanesine başarı olarak yazılabilir. Tüm bunlara karşın kimi şehir ve bölgelerde demografik değişiklikler yaşansa da söz konusu coğrafyalarda Şiilerin çoğunluk olarak yaşadıkları bölgeler hariç İran'ın kalıcı bir tahakküm kurmasının gerçekçi olmadığı kanaatindeyim. Bölgede 15 yıl önce olan iki güçlü dikta rejiminden Saddam bugün yok Esad'dan ise geriye zulmü ve ülke topraklarının 3'te 1'i kaldı. Bu boşluk ortamında İran güçlenebildiği kadar güçlenmek amacında. Zira er ya da geç İran bu savaşları daha fazla devam ettiremeyecek. Masaya oturulup tavizler verildiği zaman masada etkinlik alanı ne kadar geniş bir İran olursa verilen tavizlere ve yaşanacak geri çekilmelere rağmen masadan kalkılınca da o kadar güçlü bir İran olacaktır. Yani en azından İranlı karar alıcıların gelecek vizyonlarının böyle olduğu kanaatindeyim. Yok şayet cidden Şam-Bağdat-Beyrut başta olmak üzere geniş ve kalıcı bir hakimiyet alanı tahayyül ediyorlarsa ilerleyen yıllarda bugünkünün aksine büyük kayıplar ve "İran nerede yanlış yaptı" analizleri dinleyebiliriz.

26 Mayıs 2016 Perşembe

Gözden Kaçırılan Şiilik

1979 İran Devrimi sonrası tüm dünyada İran ve Şiiliğe yönelik oluşan muhabbet, Hizbullah'ın İsrail ile giriştiği mücadeleden görece zaferle ayrılması sonrası zirve noktaya ulaşmıştı. Öyle ki Hizbullah Lideri Hasan Nasrallah Arap Yarımadasının en sevilen lideri olmuş, mezhep taassubunun artık son bulması gerektiği, sorunların tarihsel bir takım meselelerden kaynaklandığı iddia edilmişti. 

2011 yılında başlayan Suriye Kıyamı'na İran ve onun kontrolündeki Hizbullah ve Irak şii grupların karşı çıkması hatta Beşer Esed rejimine destek olarak taraf olması bu muhabbeti sonlandırdı. Şimdi karşımızda her açıklamasında Şii vurgusu yapan, katliamcı, Kabe'yi ele geçirmekten bahseden bir İran vardı. Ümmetin Vahdeti Şiiliğe geçiş ile ancak mümkün olacaktı. Suudi Arabistan'ın idam ettiği Ayetullah Nemr Bakır en-Nemr öyle diyordu.

Rıhle Dergisinde Şiiliğe dair yazdığı makalelerle tanıdığım Serdar Demirel hocamız Akit Gazetesindeki köşesinde Hamaney'in Mehdi ile görüştüğü haberine dair bir yazı yazı yayınladı. Yazıda  Mehdiliğin Şia itikadındaki yeri ve bu haberin ne gibi olaylara gebe olacağını yazdı. Aslında Hamaney/ Mehdi irtibatına dair ilk açıklama bu değildi. 2009 yılında İran’da yapılan cumhurbaşkanlığı seçimleri sonrası yaşanan olaylarda, Reformcuları destekleyen Haşimi Rafsancani Velayati Fakih kurumunun değişmesi için Kum kentinde bir takım görüşmeler yaparken Hamaney Mehdi’nin gelişi yakın tüm islam ülkeleri ortak ordu kurmalı açıklaması yapıyordu. 2009 yılında tehlikede gördüğü makamını kurtarmak için Mehdi açıklaması yapan Hamaney 2016’da İslam Coğrafyasında daha fazla katliam yapmak için Mehdi’yle görüştüğü açıklanıyor. 

Türkiye’de hakim olan kültürel ve siyasi atmosfer Müslüman gençlere yıllardır İran’ın bir düşman olmadığını empoze etti. İran bizim için, Füruğ Ferruhzad’ın şiirleri, Mecid Mecidi’nin filmleri, Farid Farjad’ın kemanı, Azam Ali’, Muhsin Namcu şarkıları olarak kaldı. İran kültürüyle ilgilenmek bir entelektüellik nişanesi olarak görüldü.

Eğer İranlı  siyasi/dini liderle ilgili bir şeyler yazılacaksa Pink Floyd’un şarkısıyla anılan Humeyni’nin mütevazi hayatı vardı. Ya da Seyyid fitnesavar Hasan Nasrallah vardı, en fazla Siyah yorgunluğu. Onun dışında İran Kudüs geceleriydi, İsrail’in korkulu rüyasıydı. “Hem İslam Inkılabı Lideri İmam  Humeyni” ashaba küfür edilmesini yasaklamıştı.

Velayati Fakih, Taklidi Merci, Ayettullah el Uzma, İmamet, Taklidi Merci, Şiilikte Nübüvvet ve Sahabe’nin konumu/tanımı ve buna bağlı olarak Şii Hadis Usulü tam olarak konuşulmadı. (İSAM makale sayfasında anahtar kelime olarak Şii ve Hadis’i yazdığımda çıkan makale sayısı 2. ) Oysa İSAM bünyesinde Ehli Sünnetin Hadis Usulünü irdeleyen çok sayıda makale hatta kitap vardı. Örnek olarak Hadis Rivayetinde Râvi Tasarrufları ve Doğurduğu Problemler kitabını gösterebiliriz. Ya da Diyanet İşleri Başkanı sayın Mehmet Görmez’in “Sünnet ve Hadis'in Anlaşılması ve Yorumlanmasında Metodoloji Sorunu ve Yeni Bir Metodoloji İçin Atılması Gereken Adımlar” makalesini.

Ehli Sünnetin bütün hadis müktesebatının “eksikliklerini, zaaflarını” yazanlar, Kutbul Erbaa’ya( El-Kâfi-Men Lâ Yahduruhu'l Fakih -Tehzibu'l Ahkam, El-İstibsar ) dair bilgilendirici bir açıklama bile yapmadı. Kendi imkanlarıyla yapanları da  Mezhepçi, vahdeti bozan, direniş eksenini kıran, İsrail’in çıkarlarına hizmet eden, dini hevasına uyduranlar olarak yaftaladı.

Serdar Demirel hocanın yazısında ve makalelerinde sık sık başvurduğu, Şİİ’liğin temel hadis kitaplarından olan KAFİ’nin internette bulduğum tercümelerinden birinde, kitabın Mehdiye arz edildiği ve ismini bizzat onun verdiği yazılıyor. Kitabın Tercümesini Vahdettin İnce, Türkçe metni gözden geçirilmesini de Prof. Dr. Hüseyin Hatemi yapmış.

Eserin Önsözünde yazılana göre,” Faziletli bir zat, bu değerli eser hakkında şu övgü dolu sözleri söylemiştir: Ehl-i sünnet arasında buna benzer bir hadis kitabı bulunmaz. Hadisle ilgili her alanda el-Kâfi gibisi yoktur. Bu eser ilâhî ilimlerin tümünü kapsamaktadır. Hatta bu ese­rin metin ve senet zinciri bakımından Ehl-i Sünnet'in altı sahih hadis kitabından fazlası vardır, eksiği yoktur. (Nihayetu'd-Dirayeh, s. 9, 218-219)”


Yazının sonunda El Kafi’de yer alan bazı Hadisleri aktarmadan Kuleyni’nin kitabındaki hadislerin neredeyse %95’nin senetlerinin Hz. Muhammed (A.S) ‘e ulaşmadığını ufak bir bilgi olarak hatırlatayım.  Ümid ediyorum ki ağızlarını her açtıklarında Hz. Muhammed’in bir fani olduğunu, dinin sadece Kur’an’la anlaşılacağını, Ehli Sünnet alimlerinin çoğu şeyi bilmediğini, bildikleri şeyleri de hevalarına uydurduklarını söyleyen değeri müçtehit imamlarımız (allah onlara akıl fikir ihsan etsin) bu saldırılarından fırsat bulurlarsa bizlere ŞİA’nın temel kitaplarını anlatacaktır. Çünkü onlar kendilerine saldıranların dediği gibi Ehli Sünnet düşmanı, Şii Muhibbi değil doğru yolun araştırmacıları hatta yol göstericileridir.



Ehli Sünnet alimlerimiz de Şİİ’liğin temel görüşlerini (takiyye’den arındırılmış haliyle ) Türkçeye çevirmelidir. Böylece meselenin aslında nerede tıkandığı/koptuğu net bir şekilde ortaya çıkacaktır.




...Muhammed b. Müslim,[1] Ebu Cafer (Muhammed Bakır aleyhisselâm)’ın şöy­le dediğini bildirdi:



«Allah, aklı yaratınca onu konuşturdu, ardından ona: "Beri gel." dedi, akıl beri geldi. Sonra: "Geri git." dedi, akıl geri gitti. Sonra şöyle buyurdu: İz­zetim ve celâlim hakkı için senden daha sevimli bir şey yaratmış değilim. Senin ek­siksiz, olgun halini ancak sevdiğim kimselere bahşederim. Sadece sana emreder, yal­nız sana yasaklarımı yöneltir, sırf seni cezalandırır ve yalnızca seni ödüllendiririm.»



...Esbağ b. Nubate, Ali b. Ebu Tâlib (aleyhisselâm)’ın şöyle dediğini rivayet etmiştir: 

«Cebrail, Âdem (aleyhisselâm)’ın yanına indi ve dedi ki: "Ey Âdem! Üç şey­den birini seçmeni önermekle emrolundum. Birini seç, diğer ikisini bırak."
Âdem ona: "Ey Cebrail! Bu üç şey nedir?" diye sordu.
Cebrail: "Akıl, hayâ ve dindir." dedi.                                                  
Âdem: "Ben aklı seçtim." dedi.
Bunun üzerine Cebrail hayâ ve dine: "Haydin dönelim, onu bırakın." dedi.
Hayâ ve din dedi ki: "Ey Cebrail! Bize, akıl neredeyse siz de orada olun." diye emredildi. Bunun üzerine Cebrail: "Öyleyse size emredildiği gibi hareket edin." dedi ve geldiği yere doğru yükseldi.»


...İsmail b. Merrar şöyle rivayet etmiştir:
Hasan b. Abbas el-Marufî İmam Rıza (Ali b. Musa aleyhisselâm)'a şöyle yazdı: 
"Sana kurban olayım! Bana resul, nebi ve imam arasındaki farkı haber ver." (Kavi der ki) İmam şöyle yazdı veya söyledi: «Resul, nebi ve imam arasındaki farka gelince: Resul: kendisine Cebrail adlı melek inen kimsedir. O, Cebrail'i görür, sözlerini işitir. Cebrail ona vahiy indirir. Bazen onu rüyasında da görür. İbrahim (aleyhisselâm)’ın gördüğü rüya gibi.

Nebi ise ses işitir (meleğin şahsını görmez). Bazen de meleğin şahsını görür; fa­kat sesini işitmez. İmam ise sözleri işitir; ama meleğin şahsını görmez.»

..Davud er-Rakkî, Salih Kul (Musa b. Cafer aleyhisselâm)'dan şöyle ri­vayet etmiştir:

«Allah'ın kulları üzerindeki hücceti (kanıtı) ancak imamın varlığı ve tanınması ile gerçekleşmiş olur.»

...Ebu Herase, Ebu Cafer (Muhammed Bakır aleyhisselâm)’dan şöyle ri­vayet etmiştir:

«Eğer imamın varlığı ortadan kaldırılsa, yeryüzü bir saat geçmez de­nizin içindekilerini dalgaya tuttuğu gibi üstündekilerini dalga dalga sarsar.»

...İbn Uzeyne şöyle rivayet etmiştir:

Bize birden çok kişi İmam Muhammed Bakır veya İmam Cafer Sadık (aleyhis­selâm)’dan birinin şöyle dediğini anlattılar: «Kişi (kul) Allah'ı, Resulünü, bütün imamları ve zamanının imamını tanımadan, meselelerini zamanın imamına götürme­den ve verdiği karara teslim olmadan gerçek mü'min olamaz.» Ardından İmam şöy­le buyurdu: «Bir insan ilk imamı tanımadan son imamı tanıyabilir mi?»

...Zerih şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’a Nebimiz (sallallahu aleyhi ve âlihi)’den sonraki imamları sordum.

Buyurdu ki: «Önce Emir'ül-Mü'minin (Ali b. Ebu Tâlib) imamdı, sonra Hasan imam oldu, sonra Hüseyin imam oldu, sonra Ali b. Hüseyin imam oldu. Sonra Mu­hammed b. Ali (aleyhimusselâm) imam oldu. Kim inkâr ederse Allah Tebareke ve Teâlâ’yı ve Resulü (sallallahu aleyhi ve âlihi)’yi tanımayı inkâr etmiş gibi olur.»

Dedim ki: Sonra sen mi imam oldun? Sana kurban olayım.          

Bu soruyu üç kere yönelttikten sonra İmam bana şu karşılığı verdi: «Allah, Tebareke ve Teâlâ’nın yeryüzündeki şahitlerinden biri olasın diye sana anlattım.»


...Ebu Hamza es-Sumalî şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’ın şöyle dediğini duydum: «Musa (aleyhisselâm)’ın levhaları bizim yanımızdadır. Musa'nın asası bizim yanımızdadır. Biz, nebilerin mirasçılarıyız.»

...Eban şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’ın şöyle dediğini duydum: «Benim so­yumdan bir adam gelip, Davud oğullarının hükmüyle hükmedip, kendisinden her­hangi bir kanıt istenmeksizin herkese hakkını vermeden kıyamet kopmaz.»

...Ammar es-Sabbatî şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Abdullah (Cafer Sa­dık aleyhisselâm)'a dedim ki: "Hükmettiğiniz zaman ne ile hükmedersiniz?"

Buyurdu ki: «Allah'ın hükmüyle ve Davud (aleyhisselâm)’ın hükmüyle, hakkın­da herhangi bir şey bilmediğimiz bir şey karşımıza çıktığı zaman, buna ilişkin hük­mü, Rûhu'l-Kudüs'ten alırız.»

...Cuayd el-Hemdanî şöyle rivayet etmiştir:

Ali b. Hüseyin (aleyhisselâm)'a dedim ki: "Hangi hükümle hükmedersiniz?"


Dedi ki: «Davud soyunun hükmüyle. Bir meseleye ilişkin hükmü bulma hususunda zorlanırsak, buna ilişkin çözümü Rûhu'l-Kudüs'ten alırız.»

2 Mayıs 2016 Pazartesi

Fitne

" Gurbet hasrettir. Hasret bedeli çok ağırdır, faturası çok ağırdır. Biz, gurbette olup, şu vatan topraklarının hasreti içerisinde olanları aramızda görmek istiyoruz

 Gurbet aynı zamanda garipliktir. Zaten oradan anlamını yükleniyor. Onun için de biz garipliğe tahammül edemeyiz. Diyoruz ki, bu sıla hasreti artık bitmelidir, bitsin istiyoruz. Doğrusu ben şu andaki tavrınızla hep birlikte bu hasretin bitmesini istediğinizi anlıyorum. Öyleyse bitsin bu hasret diyelim"
Alıntılarını yaptığım cümlelerin üzerinden 4 yıl geçti. Başbakan olarak katıldığı Türkçe Olimpiyatlarında, Erdoğan bu açıklamayı yaptığında, ilk ameliyatını olurken tartışılan sporda şiddet ve şike yasası sonrası cemaat kalemleri saldırmış, MİT krizinde Hakan Fidan- sonrasında Erdoğan- tutuklanmak istenmiş,  Todays Zaman'da kendilerinden başka kimsenin İngilizce bilmediğini düşünen Fethullahçı kalemler Ak Partiyi batıya Jurnallemeye başlamış, Stratfor Belgeleriyle Erdoğan'a iki yıl ömür biçilmiş,  Ak Parti Özel Yetkili Mahkemeleri kaldırmak için çalışmalara başlamıştı. 


Ama Erdoğan, Fethullahçıların neredeyse kutsal mana yüklediği Olimpiyatlara katıldı. O gün ve sonrasında bazı kalemler, "Bakın siz Hükumet ile Gülen Cemaati arasında sorun olduğunu iddia ediyordunuz, sorun olsa Tayyip Erdoğan bu etkinliğe katılır, bu sözleri söyler miydi? Siz fitne çıkartıyorsunuz demişti. Geldiğimiz nokta ortada. 



Bu örnekleri dün gündeme düşen Pelikan Dosyası isimli yazıya gelen, "Bir sorun olsa Erdoğan sessiz kalır mıydı?" argümanına bir cevap olarak yazdım. Uzun yazı güzel olur şiarıyla hareket edip, Tayyip Erdoğan'ın Abdullah Gül ya da  Aydın Doğan gerilimleri devam ederken yaptığı açıklamalarının dökümünü de verebilirim. Kimileri Erdoğan'ı sorunlarını döverek çözdüğünü zannediyor olabilir ama onun gözlemleyebildiğim kadarıyla sorunlarını çözme yöntemi tam olarak bu değil. 



7 Haziran Seçimlerinden bugüne Türkiye'nin ana gündem maddeleri 

1-Suriye'deki gelişmeler,  PKK/İŞİD saldırıları ve bunun iç siyasete yansıması. 
2- Fethullahçılarla mücadele. 


Suriye'de yaşanan gelişmelerle paralel ilerleyen PKK'nın şehir savaşları, bombalı saldırılar, HDP'li vekillerin PKK'ya destek olması, CHP'li vekillerin İŞİD üzerinden söylediği yalanlar, HDP'li vekillerin dokunulmazlıkların kaldırılması, AB ile Mülteciler konusunda yapılan pazarlıklar, İŞİD'in saldırıları. 


Bunlar varken Ahmet Davutoğlu ile Recep Tayyip Erdoğan arasında yaşandığı iddia edilen gerilimden bahsetmek fitnedir. Hadi  sorunlardan bahsedelim. 


28 Temmuz 2015. Gündem,  dokunulmazlıkların kaldırılması. Cumhurbaşkanı, MHP'den gelen HDP kapatılmalı açıklamasına, "partiler kapatılmamalı, ama fert fert birey birey bedelini ödemeliler" açıklamasıyla cevap verdi.


1 Kasım seçimlerinden sonra mart ayına kadar birkaç sefer devam eden bu açıklamalar Mart Ayında gelen Meclis gerekeni yapmazsa, bedelini öder açıklaması sonrası Anayasa teklifine dönüştü. Yani Ak Part+ MHP koalisyonu + en az 10 CHP'li vekilin desteği. Salt çoğunlukla Ak Parti'nin tek başına kaldıracağı dokunulmazlık birden bire anayasa sürecine döndü. Yeterli sayıya ulaşılmazsa ya referandum, ya da meclise iade. 2. seferde aynısı olursa referandum şart. 


Peki Ak parti Temmuz ayında Cumhurbaşkanının söylediğini yapıp 1 kasım seçimleri sonrası HDP'li ve bazı CHP'li vekillerin dokunulmazlığını kaldırsaydı ne olurdu? Şehirlerde çatışma? Kent merkezlerinde bomba? Siyasette hiç azalmayan gerginlik? bunları konuşmak fitnedir. Konuyu değiştirelim. Sahi bu haberi hangi gazete nasıl gördü hatırlıyor musunuz? Kim manşetten verdi kim görmedi bile? 



27 Kasım 2015. Tarihinde tutuklanan Can Dündar için 1 Haziran'da Tayyip Erdoğan'ın yaptığı açıklama hala hafızalarda.  Can Dündar tutuklandıktan 1 gün sonra sayın başbakanın yaptığı tutuksuz yargılanabilirlerdi açıklaması da. 1 Aralıkta tekrar tutuksuz yargılanmalı açıklaması geldi. AYM kararıyla tahliye edildiklerinde Cumhurbaşkanınından gelen " bu kararı tanımıyorum" açıklamasına başbakan yardımcısının söylediği "Şahsi görüşüdür" açıklaması. Hay Allah gene fitne.



3 Nisan 2016 Diyarbakır'da konuşan ,  Başbakan Ahmet Davutoğlu PKK 2013 şartlarına dönerse her şey yeniden konuluşulur dedi. 05 Nisan'da konuşan Erdoğan ne demiş  "Artık bu devletin bu teröristlerle oturup konuşacak hiçbir meselesi yoktur, o iş bitmiştir” şeklinde konuştu. Cumhurbaşkanı Erdoğan, sorunun çözümü için başbakanlığı döneminde ‘Demokratik açılım’, ‘Millî birlik ve kardeşlik’ süreçlerinin yaşandığını, attıkları bu adımlara karşılık alınamadığını hatırlattı ve açıklamalarına şöyle devam etti: “Cumhurbaşkanlığım dönemimde de netice alamayınca ne dedim? Artık bu bakın ‘kaldırılmıştır’ demedim, buzdolabına konulmuştur dedim. Bunu niye dedim? Ha, silah, her şey bırakılır, bu iş biter, bunlar gömülür, toprağa değil betona gömülür veyahut da güvenlik güçlerimiz bunlara bunun bedelini ödetir. Ondan sonra da biz zaten ülkede 79 milyon refah, huzur içerisinde olduktan sonra zaten bunlara ihtiyaç yok, yola devam ederiz, şu anda da atılan adımlar budur.”  Fitne mi? yok canım. 


Ak Parti'de yaşanan  2015 kurultayı öncesi Binali Yıldırım'ın adaylık için nabız yoklaması, MKYK'da yaşanan Erdoğancı kanadın ağırlık kazanması  ve son Ak Parti MKYK'sındaki Teşkilat atama yetkisinin genel başkandan alınmasını nasıl yorumlayacağız? 


Lütfen rica ediyorum bana son bir buçuk yılın haberlerini, köşe yazılarını tek tek döktürtmeyin. Kriz çıkmasından anladığınız Erdoğan'ın Davutoğlu'na Anayasa kitapçığını atmasıysa Erdoğan bunu asla yapmayacak. Hatta medya üzerinden Davutoğlu ile asla karşı karşıya gelmemeye özen gösterecek. Ta ki, artık geri dönüşün olmadığına kanaat getirinceye kadar. 




25 Şubat 2016 Perşembe

Yusuf Kaplan ve Cevaplanması Gereken Sorular

Yeni Şafak Gazetesi Yazarı Yusuf Kaplan'ın önce Diyanet TV'de sonra da Rusyanın Sesi Radyosunda yaptığı açıklamalar bir kaç gündür konuşuluyor. Yusuf Kaplan özetle şunları söyledi. 

1-Mısır ve Suriye'de sıfır sorun politikasıyla hatalar yapıldı. 

2-Ülkeyi batırdılar. 

3- AB ve daha genel anlamda Batı Dünyasıyla aramıza mesafe koymak manyaklıktır. 

4-Recep Tayyip Erdoğan'ı savunan meşhur yazarlardan biri ABD'de paralel yapının ABD imamıyla görüştü. (Bunu Ülke TV'de katıldığı programda açıkladı. 

5-Yiğit Bulut TSK'nın dayatmasıyla Cumhurbaşkanı Başdanışmanı oldu. Recep Tayyip Erdoğan'ın bileği büküldü. 

6-Suriye' konusunda, "Türkiye'nin uzun vadeli kalıcı ve çok seçenekli politika üretmesi gerekirdi. Türkiye'nin muhalifler üzerinden oraya müdahil olma biçimi problemli. Ayrıca  hem Kürt coğrafyası hem de Suriye bölgesi için Batılı ilişkilerin koparılmaması gerekiyor. Batı ile herhangi bir şekilde karşı karşıya gelmemizden bir sonuç çıkaramayız. Kafamızı koparırlar"



Yusuf Kaplan'a bu açıklamaları sonrasında sosyal medyadan tepkiler geldi. Aynı zamanda İhsan Şenocak'tan Hakan Albayrak'a kadar bir çok değişik isimden Yusuf Kaplan'ın şahsına destek verildi. 


Yusuf Kaplan'a sosyal medyadan tepki gösterenlerin bazıları işi hakarete vardırınca kendisine yapılan tenkitlerin hepsi hakaret sepetine katılarak rafa kaldırıldı. Sosyal medyanın yanlış yorumlanmasıyla alakalı, fırsat bulursam bir yazı yazmayı düşünüyorum. Yusuf Kaplan'ın açıklamalarını yorumlamak ve belki bir kaç soru sormak istiyorum. Eğer blog yazısına sefil paçoz olarak tanımlanacaksa Yusuf Kaplan beyefendiye bir mektup yazabilirim.  Hadi başlayalım.  


1-a) Mısır ve Suriye politikalarının kaynağı sıfır sorun politikası değildir. Sıfır sorun politikası çatışmasızlık döneminde komşuların hepsiyle iyi geçinme ve iyi geçinme sonrası bazı siyasi ve ekonomik işbirliklerin olmasını sağlama amacını güden görüşün adıdır. Bu görüşün temellendiricisi, şimdi Başbakan olan Ahmet Davutoğlu'dur. 

1-b) Türkiye Suriye ve Mısır'da temel olarak yanlış yapmamıştır. Suriye'de Beşer Esed rejimine karşı çıkmıştır, Mısır'da da darbeci Sisi yönetimini eleştirmiştir. Bu yapılması gereken tek şeydir. Başka türlüsü bu iki rejimin katliamlarına destek manasına gelirdi. 

2-) Türkiye nasıl batmıştır? Bunu destekleyen veriler nedir? Azgın PKK saldırıları mı, yoksa ekonomik gelişmeler nedeniyle mi battık? Batıranlar kimdir? Tek başına Yiğit Bulut mu, yoksa Cumhurbaşkanı da sorumlu mudur? 


3-) Türkiye AB ve Batıyla Suriye ve Mısır Politikaları nedeniyle ters düşmüştür. Bildiğimiz kadarıyla ilişkiler kopmamış, hatta son zamanlarda tekrardan güçlenmiştir. Yusuf Kaplan beyefendi Batı Dünyasının Suriye ve Mısır politikalarından memnun mudur? Türkiye'de bu politikalara destek olmalı mıydı? AB ve daha genel anlamda Batı Dünyasıyla ilişkilerimizi kopartırsak neler olur? 


4-) Yusuf Kaplan Diyanet işlerinin kanalında bağıra çağıra söyleyeceklerini söyleyebiliyor, fakat cemaatin ABD imamıyla görüşen Recep Tayyip Erdoğan'ı destekleyen troll yazarın kim olduğunu söyleyemiyor. Amaç burada herkesin üzerinde bir şaibe bırakmak değilse nedir? Hem Erdoğan'ın etrafının sarıldığından bahsedeceksiniz hem de onu destekler gibi görünüp, Fethullah Gülen'den emir alan yazarın adını vermeyeceksiniz. Buradaki çelişkiyi anlamıyorum. 



5-) Önce Yiğit Bulut'un Erdoğan'ı gaza getirip Suriye ve Mısır'da hataya sürüklediğini iddia eden Yusuf Kaplan, Rusya'nın Sesi Radyosunda bu iddiasını bir adım ileriye götürerek Yiğit Bulut'un ordu tarafından dayatıldığını iddia etti. Öncelikle karar verelim, Erdoğan gaza mı geliyor yoksa yönetiliyor mu? Tam da Ak parti içindeki Ulu Çınarların Erdoğansız bir Ak parti çalışmalarına başladığı bir ortamda Erdoğan'ın aslında iddia edildiği gibi güçlü olmadığını iddia etmenin gerekçesi nedir?  



6-) Sputnik medya ağının bir kuruluşu olan Rusya'nın Sesi radyosuna konuşan Yusuf Kaplan'ın en acı, en anlamsız, en açıklama mecburiyeti olan görüşleri Suriye konusundaki görüşleridir. Yusuf Kaplan'a göre Suriye politikamız çok seçenekli olmalıydı. Seçenek ? Yani Türkiye Nusra, Ahrar, ÖSÖ yü dönüşümlü olarak mı desteklemeliydi?  Yoksa bir yıl muhalifleri bir yıl da Esed ve destekçilerini mi desteklemeliydi? Ya da arada kendisi sorumluluk alıp muhalifleri kimseye bırakmadan öldürmeli miydi? Ülkesine sığınan mültecileri önce kabul edip sonra Esed'e mi teslim etmeliydi? Nasıl çok seçenekli olacaktı Türkiye? 

Kaplan bu açıklamaları neden Rus Devletinin propaganda aracında yapıyor? Yeni Şafak'ta kendini pardon izinden gittiğini söylediği Sezai Karakoç'u ashaba benzeten Yusuf Kaplan, her gün yüzlerce Suriyeli Müslüman'ı öldüren Rusya'nın medya kanalına çıkarken hangi sahabeyi (allah onlardan razı olsun) örnek almıştır?  Batı ile karşı karşıya gelmemek için, PYD ile ittifak yapmamız, Esed ile ortak olmamız mı lazım? 


Yusuf Kaplan bu sorularıma cevap verirse aydınlanmış olacağım. İsterse adımı soyadımı, boy fotoğrafımı, CV'mi,  bir referans mektubumu, ikametgah adresimi, TC kimlik numaramı, askerlik belgemi ve öğrenim durumumu gösteren belgelerimi  kendisine ulaştırabilirim.  Yeter ki kafalarda oluşturduğu soru işaretlerini gidersin. 












23 Şubat 2016 Salı

Cihan Aktaş ve Linç Üzerine

Twitterda başlayan bir tartışma var. İslami camianın düşünür, yazar, çizerleri linç ediliyor ve bu planlı bir saldırıdır. Sosyal medyadan yazdıklarımla tam olarak derdimi ifade edemediğimi düşünerek, konuyu kendimce özetlemek istedim. 

Cihan Aktaş müslüman bir yazar. İslami camiada çok seviliyor, islami camiada bir çok kişi üzerinde emeği var. Mimar, aktivist, yazar. Herkesler üzerine titriyor. Camiamızda acayip seviliyor. Bunların hiç biriyle bir sorunum yok. Sorunum kendisinin Suriye Cihadı'nı Amerikancı ilan edip, üstüne İran halkının barışsever olduğunu söylemesi. Sorunum Guta katliamını eleştirirken-kimin yaptığı belli olan ama hala faillerini adına almadığı- bile bunu ABD'nin müdahalesine bahane olarak sunması. Sorunum İran yüzbinlerce müslümanı öldürürken, bunun için ordusundan kendisine sığınan Afganlara kadar tüm unsurlarını kullanırken çıkıp, arkadaş ben bu İran'a hüsnüzan beslemekte hata etmişim diyememesi. Cihan Aktaş'ın bizle ayrı şeyi düşünmeye hakkı yok mu elbette var. Kendisi İran'ın doğru yaptığını, Suriye'de öldürülen masumların pek de önemli olmadığını söyleyebilir. Bakın Kenan Çamurcu, Hüsnü Mahalli vb. isimler böyle yapıyor.  

Cihan Aktaş'ın 2009 yılında İran'ı cumhurbaşkanlığı seçimleri sonrası eleştirmiş olması onu temize çıkarmaz. Sadece İran'ın iç siyasetini Suriye'de öldürülen mazlumlardan daha önemli gördüğünü gösterir. 


Gelelim Cihan Aktaş'ın linç edilmesine. Cihan Aktaş kitaplarını yazıp, İstanbul'un önemli belediyelerinden birinde her ay gündemi yorumlayıp, Hz. Muhammedin hayatını anlatan en büyük internet sitesinde -ki sitenin kurucusu olan dernekte sayın Sare Davutoğlu'da yönetimde-  yazıyor. Ama Cihan Aktaş'a ve onu savunan şovalyelere bakarsak Cihan Aktaş linç ediliyor. Yapılan sadece yirmili yaşlarda bir gencin yaptığı keps. Siz hz. Peygamberin eşi müminlerin annesi Hz. Aişe validemize haşa  -fahişe- diyen şiiaya bile empatiyle yaklaşan insanlarsınız. Suriye'de öldürülen mazlumlar nedeniyle kinlenen bir gence de empatiyle yaklaşabilirsiniz. 


Cihan Aktaş benim bilmediklerimi biliyor olabilir. Mesela İran binlerce milisini Suriye'ye Sunnileri öldürmeye değil, tünel kazıp İsrail'i işgal etmeye göndermiştir. Ya da Suriye'de öldüğünü, işkence gördüğünü zannettiğimiz insanlar aslında öldürülmemiş, Kudüsü kurtarmak için hazırlanan gizli bir orduya asker yazılmış olabilir. Ya da butün bunlar İran sinemasının şiirsel diliyle bize yaşattığı duygular olabilir. Aydınlatıp beni kendisine beslediğim olumsuz düşüncelerden kurtarmasını bekliyorum.  Eğer doğru bildiklerimin aslında yanlış olduğunu ispat ederse kendisinden defalarca özür dileyecek, beni affetmesi için yalvaracağım. 






13 Şubat 2016 Cumartesi

Himalayalardan Esen Rüzgar

Kulislerde Türkiye'nin Suudi Arabistan ve Katar'la bir olup Suriye'ye operasyon yapacağı söylenirken, PKK Suriye ve Irak Sınırımızı tamamen ele geçirip bir devlet kurmaya hazırlanırken, Rusya Dünya savaşı uyarısı yaparken iktidar partisinde başlayan bir tartışmayı yorumlama çabası ilk bakışta beyhude hatta suflî bir uğraş gibi görünebilir. Maalesef bir kere söz verdim ve sözümü tutmam lazım. 
Aslında Türkiye'de son 4 yılda yaşanan bütün iç tartışmaların tamamının Suriye ile ilgisi var. Söz gelimi HDP/PKK doğuda Müslüman Kürtleri avlarken bunu İŞİD'le mücadele adına yapıyor. Düne kadar birbirlerinin parti binalarına satırlarla saldıran 3. sınıf sol partiler şimdi uzlaşı içindeyse bunu pek muhterem liderleri Beşer Esad hayranlığından yapıyor, ülkedeki ekonomik krizden bahsedenler konuyu Suriyeli Mültecilere getiriyor, PKK açılım sürecinde silah bırakmayı düşünürken,  karar değiştirip silahlı çatışmaya -üstelik eskisinden daha şiddetli- devam ediyorsa bu Suriye'deki mevcut konjonktürün kendisine sağladığı avantajlar ve yeni efendilerin isteklerinden kaynaklanıyor. 
Peki buraya kadar yazılanların Hüseyin Çelik'le ne alakası var? Şimdi oraya geliyorum. 
Hüseyin Çelik kendi ifadesiyle 15 Ocak 2016 tarihine kadar Ak Parti Genel Başkan Başdanışmanıydı  O tarihten bu yana sürekli yazıyor, röportaj veriyor. Gerekçesi şu "Eğer içerideki dar gruba bir şey söyleme, meram ifade etme, olması gerekenleri ve olmaması gerekenleri söyleme imkan ve şansınız kalmamışsa, siz mecburen aynı camianın dışarıdaki ve olup bitenlerden habersiz milyonlarca mensubuna hitap etmek durumunda kalırsınız."  Yani Hüseyin Çelik diyor ki artık bizim sözümüzü dinlemiyorlar. 15 Ocak sonrasından bahsediyor olmalı. Zira kendisi 15 Ocak'a kadar Genel Başkan Başdanışmanı olarak o dar grubun içinde. Yoksa niye o tarihe kadar o makamda kalsın değil mi? 
Hüseyin Çelik'e göre ülkenin 5 ana sorunu var. "1- Kutuplaşma 2- Dış politikanın allak bullak oluşu 3- Ekonomi iyi değil 4- Kürt Meselesi ve terörle mücadelede gelinen son nokta. 5. Paralelle mücadelenin bir paranoyaya dönüşmesi. " 
Dış politikanın allak bullak oluşundan neyi kast ettiğini bilmiyoruz. Türkiye'nin Suriye, Irak, İran ve Rusya ile olan sorunlarından bahsediyorsa bu sorunların asıl kaynağı Türkiye'nin Suriye'de yaşanan katliamlara karşı  dünyada en çok ses çıkaran ülke olması. Türkiye Beşer Esed'i başından beri desteklemiş olsa bugün ne Rusya ile arası bozulurdu, ne İranla ne de Irakla. Hüseyin Çelik bunu çok iyi biliyor. Allak bullak olmamış bir dış politika için önerdiğini söylemiyor ama herhalde aklından geçen Türkiye'nin muhaliflere, mültecilere destek olmamasıydı. Hem Esed işini çabuk bitirmiş olurdu hem de mis gibi 4 dost ülkemiz olurdu.

Ekonominin iyi gitmemesine örnek veriyor Hüseyin Çelik. Rusya ve Irak ile ihracatımızın düşmesi.  Irak'ta durum malum, İŞİD ve PKK'nın kontrol ettiği yerler var. Hüseyin Çelik bu bölgelerle ticaret yapmamızı önermediğini düşünüyorum. Geriye Irak merkezi hükumeti kalıyor. Onlarında petrol gelirleri ocak ayında petrol fiyatlarında düşüşe paralel olarak 2 milyar dolar azalmış. Dahası Irak yöneticileri her fırsatta Türkiye'ye olan düşmanlıklarını göstermekten geri durmuyor. Buna rağmen hâlâ ihracaat yapabilmek bir başarısızlık değil bir başarı olmalı değil mi ? Bir de Rusya var. Hüseyin Çelik belki bilmiyor ama Rusya'nın savaş uçağını düşürdük ve Ruslar bunun için bize biraz kızgınlar.  

Gerçi aynı Hüseyin Çelik üstelik aynı röportajında Ak Parti'nin 1 Kasım seçimlerinde aldığı oyun Ekonominin krize girmesini isteyenlerin verdikleri oylar neticesinde olduğunu söylüyor ama bu kadar kusur kadı kızında olur değil mi ?

Kürt Meselesi ve terörle mücadelede gelinen son nokta. Hüseyin Çelik'in bu konudaki görüşlerini biliyoruz. Bu konuda bir yazı yazdı çünkü.  Hüseyin Bey bu yazısında 2009'dan bu yana uyarılarının olduğu,2014'de PKK'nın yaptıklarını anlattıklarında bazı yetkili arkadaşların tepkileriyle karşılaştıklarını anlatıyor. 2014 yılında Hüseyin Çelik Genel Başkan Yardımcısı ve Parti sözcüsü bu arada. 

2013 yılında ise Hüseyin Çelik çözüm süreciyle ilgili görüşlerini bir röportajla anlatıyor aslında. Habertürk gazetesinden Kutlu Esendemir'e verdiği röportajda şunları söylüyor. "Oslo sürecindeki sabotaj gibi birileri ortaya çıkabilir. Bu tutanak sızdırması meselâ, hassas sürecin kırılgan taraflarındandır. Yarın birileri bir grup bir karakola saldırırsa bu durum kamuoyu nezdinde meseleyi sıkıntılı duruma sokar. Hükümet'in yapmak istediğini sabote etme yönünde olur, biz kamuoyundan şunu istirham ediyoruz. Bu süreçte arızalar olabilir, yol kazaları olabilir, teker patlayabilir. Ama hedeften bizi alıkoymaması gerekir. Başbakan yapısı itibarıyla pes eden bir insan değil. İnşallah sonuna kadar götüreceğiz ama her yaptığınız ameliyatın bazı komplikasyonlara da yol açabileceğini göz ardı etmemeniz lazım."




Hüseyin Çelik 2009 yılından 2014 yılına kadar bu minvalde uyarılarda bulunduysa gelinen durumdan niçin rahatsız bunu anlamak mümkün değil. 


Bu zamana kadar neden sustunuz sorusuna, "ülke zor durumdan geçiyordu, eleştirilerimizi yaptık ama kenetlenmemiz gerekiyordu" cümleleriyle açıklama yapan Hüseyin Çelik yanı başımızda bir dünya savaşı yaklaşırken şimdi neden bu kadar konuşuyor bunu merak ediyorum. Her şey güllük gülistanlıksa neden eleştiriyorsunuz, değilse o zaman neden istifa ederek ülkemizi aydınlatmadınız, ve bu politikaları uygulayan ekibin içindeydiniz? Aydınlanma yaşadıysanız bunu bilmek hakkımızdır. Yok geçmişte basına yaptığınız açıklamaların dışında partide farklı konuştuysanız ve gerçekten sözünüz dinlenmediyse neden bu kadar süre beklediniz? Eğer ülkenin durumu diyorsanız yaptığınız açıklamalardan anlaşılan sizin söyledikleriniz dinlenmediği için bugün bu noktada olduğumuz. Çıksaydınız aslanlar gibi, "bu partide benim uyarılarım dikkate alınmıyor, bence bunlar bunlar yanlıştır ve devam ettikçe ülkemiz bir girdabın içine girecektir" deseydiniz daha iyi olmaz mıydı? Belki memlekete büyük bir faydanız dokunurdu. 



Bir de paralelle mücadelenin paranoyaya dönüştüğü meselesi var ki bunu yazmaya vaktim maalesef yok. Ben bir blog yazarıyım ve bir evim, ailem var. 



Sahi olayların Suriye ile alakasını da kuramadık. Bütün enerjimizi bu kısır, "benim partim, ben neden dışarıdayım, beni neden vekil/bakan  yapmadınız?" tartışmalarını yorumlamaktan Suriyeyi konuşamadık.  Belki de Himalayalar'dan görünen Suriye'yi konuşmanın gereksiz olduğudur ne biliyoruz?






10 Şubat 2016 Çarşamba

ULU ÇINAR'IN GÖLGESİ

Uzun zamandır yazmak istediğim konulardan biri Türkiye’de yaşanan muhalefet sorunu ve bu sorunun çözümü için yapılması gerekenlerdi. Ertelenen yazıların rahatsızlığını hissetmek insana hem huzur hem de artı bir rahatsızlık katıyor. Bu ertelemeyi biraz daha devam ettirip şimdilerde gündemde yer edinen, Ak Partideki “Ulu Çınarların”, “Everest Tepesini taşıyan Himalayalar’ın” başlattığı tartışmadan anladıklarımı yazacağım. 


Aslında Ak Parti için parti içinden aykırı sesleri çıkması ilk defa yaşanan bir hadise değil. Daha önceleri Erkan Mumcu, Abdullatif Şener, Nevzat Yalçıntaş, Yaşar Yakış ve adını şimdi hatırlayamadığım birçok isim Recep Tayyip Erdoğan ile anlaşamadı. Nevzat Yalçıntaş’ı en son Rus Televizyonlarında gördük, Yaşar Yakış Zaman gazetesine yazar oldu diğerleri nerededir neler yapar bilmiyorum. Amacım Recep Tayyip Erdoğan’a karşı gelirseniz sonunuz böyle olur demek değil. Netice de yukarıda zikrettiğim isimlerin karşı çıkış nedenleri farklı farklıydı. Abdullatif Şener Cumhurbaşkanı olmayı düşünüyordu mesela, Nevzat Yalçıntaş’ın meselesi İTO başkanı olan oğlu muydu yoksa başka bir şey mi hatırlamıyorum. 

Bugün yaşanan dalgaysa bundan öncekilere benzemiyor. Bülent Arınç, Hüseyin Çelik, Sadullah Ergin, Suat Kılıç birlikte hareket ediyor ve paslaşıyor. Partiden istifa etmek gibi bir düşünceleri görünüşe göre yok, tam tersi tüm söylemlerinde partiyi öne çıkartarak  konuşuyorlar. O kadar kibar ve naifler ki insanın önlerinde siper olası geliyor. Örneğin Bülent Arınç için deniyor ki; “Ey Bülent Arınç, sen makam peşindeyken hiç böyle konuşmuyordun, şimdi ne oldu”. Külliyen yalan, Bülent Arınç hep konuşuyordu. 

Varsın Bülent Arınç kendisini hiç dinlemeyen, defalarca söylemlerinin tersini söylediği Recep Tayyip Erdoğan’a karşı gelip hiç istifa etmemiş olsun. Varsın, makam mevki peşinde olmayan Bülent Arınç 2002-2007 arası meclis başkanlığı, 2009-2015 arası Başbakan Yardımcılığı yapmış olsun, varsın düne kadar nefsine ağır gelen şeylere partisi ve lidere itimat düsturu ile susmuş olsun. Ya da bu açıklamaları Taha Akyol gibi manidar bir isme ve kardeşi gibi gördüğü siyasi liderine açıkça saldıran bir kanalda yapmış olsun ne var bunda? O herkesin Bülent Ağabeyi. Mazlumların tek umudu, öyle ki çok sevdiği kardeşi gibi gördüğü aralarına kimsenin giremeyeceği Tayyip Erdoğan’ı en hafifinden asmak isteyen Gülen Grubunun haklarını korumak için gerekirse Cübbesini giyip avukatlık yapmak isteyecek kadar yüce gönüllüdür. 


Kendisinin bu avukatlıkları çok meşhurdur, İBDA, MUSTAZAFDER, Sivas davalarında inanılmaz iyi savunmalar yapmıştır. Mavi Marmara Davasında İsrail'i en çok köşeye sıkıştıran avukat kendisidir.  Bugün Salih Mirzabeyoğlu çıkmışsa bu Arınç sayesindedir. Hem kendisi Recep Tayyip Erdoğan’a karşı değildir ki, etrafını saranlara karşıdır. 30 yıllık dostu, 15 yıllık lideri onu dinlemiyorsa, sözlerini değersiz buluyorsa bu onun kabahati midir? 


Bülent Arınç elbette doğru bildiklerini anlatacaktır. Hem o dürüstlüğüyle bilinir. Asla kimseyi tehdit etmez, kendisi koca çınar olduğu için bazı hakikatleri şimdilik açıklamaz. O saat 15.00’de açıklama yapacağını söyleyip 17.25’e kadar beklerken insanların mesailerinin bitmesini beklemektedir. Art niyetli düşünenin yarası vardır. Kendisi nezaket timsalidir, canlı yayında insanlara asla hakaret etmez. Cübbesini giymek için sabırsızlandığı Gülen grubunun üç yıldır ahlaksızca saldırdığı bir yazara hakaret etmeyi kendine hak görmüş olabilir, bu onun saygısızlığına değil abiliğine delildir. 


Bülent Arınç daha çok konuşmalıdır. Örneğin MİT Tırları gerçekten Can Dündar'ın iddia ettiği gibi İŞİD'e mi gitmiştir. Eğer İŞİD'e gittiyse kendisi Başbakan Yardımcısı olarak niye o zaman müdahale etmemiştir? Eğer İŞİD'e gitmediyse Can Dündar'ın tutuklanmasına neden karşıdır?


 Ve ilk fırsatta Ak parti kongresinde aday olmalıdır ya da kendisi gibi düşünenlerden birini aday gösterip desteklemelidir. Ak Parti’de bunu yapamıyorsa, tıpkı “ Ak Partiyi kurduğu gibi” başka bir parti kurup siyaset yapmalıdır. Çınar’ın gölgesinde gizlediği hakikatleri de tek tek anlatmalıdır. Dürüstlük, kimseden korkmamak, makam mevki meraklısı olmamak bunu gerektirir.